Bir Gazete, Bir Umut, Bir Toplum
Okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan toplumlar…
Yıllar önce kaleme aldığım ve bugün hâlâ ilk günkü kadar güncel olduğunu düşündüğüm bir yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. O dönemde maaşlı olarak çalıştığım bir iş yerinde, sıradan bir günde tanıklık ettiğim küçük bir anıdan doğmuştu bu satırlar. Belki de en çok sıradan anlarda, sıradan görünen insanların içinde taşıdığı olağanüstü mücadeleyle yüzleşiyoruz. İşte o gün, o andan ilhamla yazmıştım bu satırları… Zamanın gerisinde kalmamaya çalışan orta yaşlı bir adam, elindeki gazeteyi usulca, sindire sindire okuyordu. Sessiz bir kararlılıkla… Haklıydı. Gündemi yakalamalı, şehirde olup biteni öğrenmeliydi. Çünkü çok iyi biliyordu ki, evdeki çoluğuna çocuğuna sağlam bir yarın sunmanın ilk adımı, dünyayı anlamaktan geçerdi. Bilirdi ki sülük ruhlu insanların en büyük arzusu, toplumun karanlıkta kalmasıydı. İnsanlar okudukça, düşündükçe, sorguladıkça onların yaşam alanları daralır, nefesleri kesilirdi. Cehalet, onların en büyük sermayesiydi. O yüzden okumak bir direniş, bir varoluş biçimiydi. O baba bunu biliyordu. Günlük görevini yerine getirmiş, bulduğu boşluklarda gazetesini baştan sona okumuştu. Saate baktı. 17.30. Mesai bitmişti. Yavaşça toparlandı, gazetesini özenle katlayıp ceketinin yan cebine koydu. Ayakları biraz yorgun, ama zihni diri bir şekilde odadan çıktı. İş yerinin giriş kapısına yönelirken, kurumun çaycısı olan arkadaşıyla karşılaştı. O da işini bitirmiş, evine doğru yola çıkıyordu. Yan yana yürümeye başladılar. Çaycı arkadaş, oflaya poflaya, biraz hayal kırıklığı biraz umutsuzlukla mırıldandı: — Olur mu abe ya... Son ayakta yattı altlı. Tuttursaydık, nerden baksan 10-15 milyon kesin alırdık… Orta yaşlı adam güldü, yarı şaka yarı gerçek bir cevap verdi: — Çocuklar Duymasın’ın Hüseyin’i ne zaman tuttursa, sen de o zaman tutturursun! Sonra hafifçe başını salladı: — Demek ki tüm çaycılar aynı… İkisi de gülümsedi. Küçük bir tebessüm, günün yorgunluğunu bir anlığına da olsa unutturmuştu. Servis arabasına bindiler. Adam cam kenarında bir yer bulup oturdu. Yol boyunca gözlerini dışarıya dikti ama zihni içe dönüktü. Düşünüyordu… Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Neredeyse yaşadığı toplumda herkes bir tür tükenmişlik sendromuna yakalanmıştı. Umutlar yıpranmış, hayaller eskiyip köşeye atılmış, insanlar günü kurtarmanın derdine düşmüştü. Çalışma azmi yerini umutsuz bekleyişlere bırakmıştı. Şans oyunları, sanal kumar siteleri, çekilişler, hayal tacirliği yapan uygulamalar… Hepsi milyonlarca insanın son umudu olmuştu. Milyarda bir ihtimal bile olsa, o sihirli cümleyle kendilerini avutuyorlardı: “Ya çıkarsa…” Evet, ya çıkarsa… İçten içe herkesin gönlünde bir piyango bileti saklıydı. Ama bu, umut muydu yoksa çaresizliğin başka bir adı mı? Zaten hayat da öyle değil miydi? Okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan toplumlar… Her zaman kurtlar sofrasında kurban olmaya mahkûm değil miydi? Ve o babanın yüzündeki çizgilerde, o çaycının hayıflanmasında, servis koltuklarında sessizce camdan dışarıya bakan insanların bakışlarında aynı şeyi görmek mümkündü: Umuda duyulan açlık. Bilgiyle güçlenmeye olan ihtiyaç. Karanlığa karşı bir avuç ışık arayışı… O yüzden küçük bir gazeteyi okuyan bir adam, aslında büyük bir devrim yapıyordu her sabah. Bir sayfa daha okuyarak çocuklarının geleceğine bir tuğla daha koyuyordu belki de. Kendi çapında ama yürekten bir dirençti bu. Bugün o adam kim bilir nerede, hangi hayallerin peşinde? Ama mesajı hâlâ geçerli: Oku, öğren, anla. Çünkü “ya çıkarsa” umudu, ancak bilgiyle, bilinçle gerçeğe dönüşür. Hayatı, doğruları ve Urfa’yı yürekten seven herkese selamla… Ahin Güneş İlk Yayın: 2006 / Güncelleme: 2025