Ölümle hayatı iç içe yaşadığımız bu âlemin sadece görebildiklerimizle sınırlı olmadığını idrak etmeye yönelik önemli bir kapı, ya da önemli bir yapı olduğunu söyleyebilirim Urfa Arkeoloji Müzesi'nin...
3 katlı 30 bin metrekare kapalı alanı, 14 adet ana sergi salonu ve 33 adet canlandırma bölümü Urfa Arkeoloji Müzesi'nin ana hatlarıyla fiziki yapısı...
Burada sergilenenlerde ise; görmek, hissetmek ve duymak isteyenler için kim bilir ne çok ince ve derin hakikat nakışları saklıdır...
Dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Urfa Müzesi'nin 5 km’lik gezi
güzergahında kronolojik olarak tarih öncesi paleolitik çağdan başlayıp peygamberler dönemine uzanan medeniyet yolculuğuna büyük bir merak ve heyecanla çıktık:
Paleolitik Dönem Salonu
Neolitik Dönem Salonu
Kalkolitik Dönem Salonu
Tunç Dönemi Salonu
Demir Dönemi Salonu
Hellenistik-Roma-Bizans Dönemi
İslami Dönem Salonu
Peygamberler Dönemi Salonu
Her bir çağa, her bir döneme ait izler; sadece akletme yeteneğine sahip varlık türlerinin değil, yeryüzü ve uzayda var olan şeylerin tümünün sırlarını gizliyor olmanın derin bir sessizliği
içindeydiler...
Müzeye gelen misafirlerin ziyaret sırasındaki sükunetleri, bu derin sessizliğe duyulan saygının gönül terbiyesinden yansıyan tezahürüydü sanki...
Son salondan çıkıp günümüze avdet ettiğimizde; Aslıgiller'in gözünde geçmiş zamana yapılan yolculuğun ışıltısı, dilinde ve kalbinde müzeyi hazırlayanlara takdir, medeniyeti var edenlere de sonsuz minnet vardı...
***
Kültürün milli, medeniyetin ise insanlığın ortak mirası olduğunu yalnız bize değil, tüm dünyaya yıllar öncesinden bir öğreti olarak sunmuştu
Mustafa Kemal Atatürk....
O'nun bu öğretisi yolumuzu burada da aydınlattı. Müzede sergilenmekte olan tüm buluntuları gelecek nesillere ulaştırılması gereken geçmişin emanetleri olarak görmemize vesile oldu.
Bir konuşmalarında " Ey Türk milleti! Sen yalnız kahramanlık ve cengâverlikte değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın şerefisin. Tarih, kurduğun medeniyetlerin övgüleriyle doludur." demiş olan Atamızı bu vesile bir kez daha saygı, minnet ve rahmetle andık...
***
2016 yılında 3. Çukurova Turizm Ödülleri'nde Türkiye'nin en iyi müzesi
ödülünü almış olan Urfa Müzesi'nde sergilenen ve her biri zaman hafızasının bir parçası olan 5 bin civarındaki eserden bazıları şöyle:
Balıklıgöl Heykeli
Eros ve Psykhe Kabartması
Göz İdolleri
Aslan ve Yaban Domuzu Heykelleri
Göbeklitepe Totem Dikmesi
Kızıl akbaba Heykeli
El Yazması Kuran-ı Kerim Örnekleri
Meryem ve İsa Heykelleri
Yılanlı Kafa
Taş Kase Parçası
Müzede ayrıca çakmak taşından kesici aletler, deliciler, taş idoller, kaplar, pişmiş topraktan boyalı ve boyasız geometrik desenli seramikler, mühürler,
ölü gömme küpleri (pithos), fayanstan yapılmış kolye taneleri; pişmiş topraktan mühür baskılı küp parçaları, silindir ve damga mühürler, figürinli kap parçaları, hayvan figürinleri, madeni eşyalar, takılar ve heykeller gördük.
Urfa Arkeoloji Müzesin'de Urfa Adamı Heykeli'nin yanı sıra beni en çok etkileyen ikinci buluntunun kayaya oyulmuş "doğum yapan kadın figürü" olduğunu belirtmiştim sanırım...
Urfa'ya gitmem konusunda kıymetli büyüğüm Dr. A. Eşref Fakıbaba ile sevgili kardeşim Hacı Burhan Akar'ın ısrarlı davetlerine icabetim 1976 yılındaki son gidişimden 38 yıl sonra, 2014 yılının Eylül ayında nasip olduğunda Göbeklitepe'yi ilk kez
görmüştüm...
Göbeklitepe doğal bir tepe değil, dümdüz kireç taşı platosunda yükselen insan eliyle yapılmış devasa bir tepeydi..
Bu tepe üzerinde tek başına duran, zamana tanıklık etmiş yaşlı bir karadut ağacı dikkat çekiciydi.
Bu akil ağaç ile gölgesindeki 4 yatırın, yan alt tarafında ve ana kazı alanının da yan üst tarafında, sonradan doğumhane olarak adlandırılan kazı yerinde kayaya oyulmuş halde bulunmuştu ters doğum yapan kadın figürü...
Bu figürün tam karşısında ise bir arslan kabartması vardı...
***
İnsanlığın ortak tarihi mirasını Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti olarak gözümüz gibi korumamız medeni bir devlet ve toplum olmamız gereğidir...
İçinde Osmanlı, Abbasi, Eyyübi dönemine ve çeşitli medeniyetlere ait değerli el yazması eserlerin de bulunduğu Musul Müzesi’ndeki heykel ve kıymetli sanat eserleriyse o kadar sanslı değildi hatırlanacağı üzere...
IŞİD'in balyozla kırdığını gösteren video kayıtlarının televizyon haberlerindeki görüntüleri insanlık ve medeniyet düşmanlığının bir Ortadoğuluk versiyonu olarak hâlâ hafızalarda...
Dünyanın izlediği ve UNESCO'nun da engel olamadığı bu vâkıalar baltalarını
saklamış içimizdeki cihadcı ve yobaz kafalara maalesef ki, yeniden örnek teşkil etti...
Türeyen baltalı ve baltasız meczupların Atatürk büst ve heykelleri başta olmak üzere sanat eserlerine, sanat eserleri içinde de en fazla kadın tasvirlerine yaptıkları saldırılar yobazlığın güç gösterisi olarak daha iki gün önce bu kez de Samsun'da sahnelendi...
Göbeklitepe'de 12 bin yıl önce doğum yapan kadın tasvir edilebilmişken, 12 bin yıl sonra kadının doğumuna ya da hastalığına yardım ve çare olarak illa kadın doktor istenmesi hasta hakkı olarak kabul edilebilir tabii ki...
Ancak kadını ve hayatı hemen her
konuda belden aşağı gören bağnazların hem kadın doktor istemeleri hem de kız çocuklarını okula göndermeyip eve kapatmaları yobazlığın çifte standart bataklığıdır...
Bu kafayla yakında kendi fıtratlarinda kadın doktor yetiştiremeyecekler...
Sadece kendilerine değil tüm topluma mikrop saçan, zarar veren bu bataklıkların behamahal kurutulmaları toplum sağlığı açısından elzemdir.
Şunun da altını çizmek gerekir ki, yobazlığın sağı solu olmaz, yani sadece dincilik kılıfı giydirilmiş bağnazlık değildir yobazlık...
Yobazlık dinde, bilimde, düşünce
yapısında kısaca her alanda mevcut olabilir...
Aynı zamanda zerafetten, akıldan, düşünmekten, sorgulamaktan uzaklaşıp, naklin ve naktin herşeyin yerine konulduğu bir akıl tutulmasıdır yobazlık...
Yobazlığın kadını sadece dişi olarak görme hayvansallığı hayatın zerâfetini yitirmesine sebep olan ihanetlerden biridir...
Cinselliğin bastırıldığı toplumlarda kadınların samimi ve nazik davranışlarının erkek müsveddeleri tarafından "ilişkiye davet" olarak algılanıyor olunması, zerafetten ve hatta insanlıktan uzaklaşmış olmanın
doğurduğu çirkin sonuçlardan biridir...
Real hayatta da, sosyal medyada da kadınların "acaba yanlış mı anlaşılırım?" diye düşünmekten karşı cinsle dostça ve sağlıklı ilişkiler kuramıyor olmalarının dişil enerjinin körelmiş olmasıyla da yakın alakası olduğu kanaatindeyim...
Birbirimizi dişi ve erkek kimliklerimizden bağımsız önce "insan" olarak görmeyi öğrenmemiz lâzım.
Öğrenelim ki, Göbeklitepe'deki o yaşlı siyah dut ağacına çaput, bez bağlayıp altındaki 4 yatırdan çocuk sahibi olmak için çare ve şifa dilemesin kadınlarımız...
Çare ve şifayı, kadını önce insan olarak
görebilen doktorlarda arayabilsinler...
İnanan olarak da dua etmeyi, Allah'tan niyaz etmeyi asla ihmal etmeyerek...
Çünkü dua, kul ile Rabbi arasında irtibatı sağlayan bir ibadettir ve hacıya, hocaya, cübbeliye, sarıklıya, üfürükçüye kısacası aracıya ihtiyaç yoktur...
Hz. Peygamber: “Dua ibadetin ta kendisidir.” buyurmuş ve sonra şu âyeti okumuştur: “Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim."
Fars edebiyatının en büyük şairlerinden İranlı Şeyh Sadi Şirâzî'nin Gülistan adlı eserine aldığı hadis-i şerifinde diyor ki Hz.Peygamber:
"Günahkâr, kusurlu, pür-hatâ bir kul, elini Cenâb-ı Mevlâ’ya açar ve gönlünü, yönünü döndürür ve “Yâ Rabbî!..” der. Allah-u Teàlâ Hazretleri onun “Yâ Rabbî!” demesine nazar buyurmaz.
Çünkü günahlı, çünkü suçlu, çünkü hatâları çok...
Sonra kul yine devam eder, tekrar “Yâ Rabbî!..” yâni, “Ey benim Rabbim!..” der.
Cenâb-ı Hak yine nazar buyurmaz; çünkü kabahati, kusurları çok...
Ama üçüncü defa, “Yâ Rabbî!..” diye
tekrar söyleyince, o zaman Allah-u Teàlâ Hazretleri meleklerine der ki:
“Ey meleklerim, ben bu kulumdan
utandım. Onun benden başka Rabbi, Mevlâsı olmadığını bildiği halde ve bana
‘Yâ Rabbî!.. Yâ Rabbî!.. Yâ Rabbî!..’ diye yöneldiği halde, ona icabet etmemekten ben utandım ve onu mağfiret ettim.” buyurur.
Şeyh Sadi burada cümleyi yapıştırmış, diyor ki:
“—Şu Mevlâ’nın keremine, lütfuna bakın
ki, günahı kul işliyor, yapıyor; ama Allah
affetmemeğe utanıyor!..”
***
Urfa Arkeoloji Müzesi için âlemin sadece görebildiklerimizle sınırlı olmayacağını idrak etmeye yönelik önemli bir kapı ya da önemli bir yapı olduğunu söyleyerek başlamıştık söze...
Darwin'in evrim kuramının en önemli savunucularından, felsefede
agnostisizm kavramını ilk kez ortaya atmış, İngiliz biyolog Thomas Henry Huxley'in (1825-1895) bir sözüyle veda edelim:
"Bilinende sınır vardır, bilinmeyende sınır yoktur. İnsan aklı anlaşılmazlığın engin okyanusunda barınacak bir ada sağlar. Her kuşağa düşen iş, bu okyanustaki adaya biraz daha toprak katarak büyütmektir.”
Urfa da bu kez, Urfa Arkeoloji Müzesi'nden sunduğu, çağlardan ve dönemlerden elenmiş medeniyet toprağıyla büyümesine katkı sağladı kültür adamızın.
Gün güneşi kızıllaşıp veda ederken, Aslıgiller'in yönü Balıklıgöl'ün
karşısındaki konaklama yerimiz Harran Üniversitesi Urfa Evi Uygulama Oteli'ne doğru...
Akşam Cevahir Han'daki sıra gecesinde olacağız kısmetse...
DEVAM EDECEK...
Yorumlar
Kalan Karakter: