Urfa’da bir laf vardır:
“Bilgili başa bela, suskun göze fer olur.”
Yani Urfalıcası:
“Oğlum akıllı ol ha, çok belli etme. Sakın. Sonra seni başi belaya girer.”
Bu topraklarda büyüyen herkes bu sözün anlamını bilir. Çünkü burada zekânın değil, suskunluğun kıymeti vardır. Düşünen değil, düzenin suyuna giden kıymet görür.
Ve bir insanın başını belaya sokması için tek yapması gereken şey: fark edilmek.
Schopenhauer’ın yüzyıllar önce söyledikleri, sanki Urfa’nın bugünü için kaleme alınmış...
“Akıl ve zeka ile toplumda popüler olabileceğini düsünen kişi, hâlâ hayatin gerçeklerini ögrenememiş bir acemidir. İnsanların büyük çoğunlugu, bu tür nitelikleri kıskanır ve öfkeyle karıştırır.”
İnsanların zekâ ile karşılaştıklarında duydukları rahatsızlık, bir tür “mesafe duygusu” (Nietzsche’nin deyimiyle “pathos of distance”) olarak tanımlanır. İnsanlar, zeki birini görünce, bilinçdışı bir biçimde kendi yetersizliklerini hatırlar ve bu da onları içten içe rahatsız eder.
Schopenhauer ayrıca şunları dile getirir:
“Toplumda, mevki ya da zenginlik saygı görür. Ama zekâ asla. Zekânın en fazla karşılaşabileceği şey yok sayılmaktır. Eğer fark edilirse, bu bir küstahlık gibi algılanır ya da sahibinin gurur duyma hakkı olmayan bir ayrıcalık gibi görülür.”
Bu yüzden, zekânın yalnızlığa neden olduğunu sıklıkla vurgular Schopenhauer. İnsanlar, zeki kişileri bilinçdışı bir kıskanlıkla iter, ardından bu kişileri karalamak için bahaneler üretirler.
Buna karşın, düşük zekâlı biri daha uyumlu, alçakgönüllü ve sevecen olabilir. Çünkü çevresine ihtiyaç duyar.
Bu yüzden, siyasi hayatta, bilimde, sanatta ve akademide vasat olan hızlı bir şekilde yükselirken, nitelikli olan görmezden gelinir.
Urfa’da bu duruma güzel bir karşılık vardır: hasutluk (çekememezlik). Zeki birini gördüler mi, içten içe “bu neden bizden farklı?” derler. Sonra devreye girer: bühtanla yaftalama, dışlama, karalama.
Ama herkes bilir, bu karalamanın arkasında sadece bir duygu yatar: çekememezlik.
Siyasette, bürokraside, hatta sanatta bile hep aynı manzara:
Dün bir müdürün peşinden dosya taşıyan bugün il müdürü.
Dün milletvekili aday adayının şoförü olan bugün protokolde yer tutuyor.
Ama üniversitede yıllarını geçirmiş bir akademisyen hâlâ söz hakkı bekliyor. Çünkü ne yazık ki bu şehirde liyakat hâlâ "lügat dışı" bir kelime.
Ve işin en acı tarafı ne biliyor musunuz?
Bu düzenin adı belli aslında: Nemrudî düzen.
Ve o düzenin kuralı da bana göre şudur:
Kendime ait deyimim ile “Nemrudilerin olduğu yerde zekâsı olan yanmaya mahkûmdur. Torpili olan başa geçsin.”
Ama bu yazı sadece eleştiri olsun istemem. Çünkü Urfa, sadece bu gölgelerden ibaret değil.
Bu şehirde her şeye rağmen hâlâ düşünen, üreten, doğruyu arayan insanlar var.
Onlar belki susturuluyor, öteleniyor ama hâlâ varlar.
Ve biz, onları alkışlayacak bir toplum olabiliriz.
Birbirimizi çekememek yerine desteklemeyi öğrensek…
Hasutluk yerine, takdiri hayatımıza katsak…
O zaman Urfa’da ne Nemrudî düzen kalır, ne de torpili olanların gölgesi.
Unutmayalım ki bu şehirde Nemrud ile bir olup zekâyı yakan toplum, kendi geleceğini de küle çevirir.
Hayatı, doğruları ve Urfa’yı yürekten seven herkese saygılarla...
Yorumlar
Kalan Karakter: