İlkokullar arası bilgi yarışmasında Yavuz Selim İlkokulunu temsil etmiş ve Urfa çapında birinci olmuştuk. Ben geçirdiğim bir hastalıktan dolayı okula geç başladığım için 13 yaşındaydım ve 5. sınıftaydık. Okula çeşitli plaket ve ödüller verildi. Üç kişilik yarışma grubumuza da birer hediye hazırlanmıştı: 24 parça porselen bir yemek takımı, bir çift kundura ve 5 lira nakit para (yıl 1971).
Benim gözüm ne porselen takımını ne de 5 lirayıgörüyordu. İçimden “Keşke kundura bana düşse!” diye dua ediyordum. Çünkü o güne kadar hep kara lastik giymiştim ve hiç kunduram olmamıştı. Gruptaki arkadaşım Mustafa’nın paraya benden daha çok ihtiyacı vardı. Bunu bildiğim için paranın da Mustafa’ya düşmesini istiyordum. Cengiz’in kunduraya da paraya da ihtiyacı yoktu. Onun annesi öğretmen, babası da subaydı. Kundurası da parası da vardı. Müdürümüz Mahmut Binici hepimizi tebrik etti. Grubun büyüğü ve sınıf başkanı olarak (aynı zamanda komşumuz ve Rahmetli Babamın da yakın arkadaşı olduğu için) önce bana sordu hangi hediyeyi istediğimi. Babam (Tenekeci Mahmut Güzelgöz) bize empatiyi, dostluğu, arkadaşlığı, diğerkâmlığı yaşayarak ve yaşatarak öğretmişti. Bunu bir kez daha hatırlayarak 5 lirayı Mustafa’nın alması gerektiğini, Onun ihtiyacının bizden fazla olabileceğini söyledim. İtiraz edilmedi. Ama aklım hep kunduradaydı. “Allah’ım n’olursun yardım et; Cengiz kundurayı istemesin ve bana kalsın!” diye nasıl yalvarıyordum bilemezsiniz. Cengiz’in gözlerine baktım bir an. Porselen yemek takımını süzüyordu. Müdür Bey tekrar sorduğunda “Sanırım Cengiz yemek takımını istiyor öğretmenim.” dedim. Cengiz de “Evet!” dedi. O anda sevinçten ağlamaya başladım. Cengiz’e sarıldım. 13 yaşımda ilk kez bir kunduram olmuştu. Dünyaları bana vermişler gibiydim. Coşkun akan ırmaklar gibi… başı yüce dağlar gibi… içim içime sığmıyordu!
Okul bitiminde aceleyle eve koşturdum. Üstümü çıkarıp attım ve ayağımdaki kara lastiklerimi fırlattım. Rahmetli Anacığım, ablalarım ve kardeşlerim bu müthiş manzarayı hayretle izliyorlardı. Bin bir ihtimamla ayağımı kunduraya yerleştirmeye çalıştım. Olmuyordu. Uğraştım. Çoraplı, çorapsız denedim; olmadı. Kundura dardı. İnat ettim olmadı. Ayağım girmiyordu. Dardı. Ağlamaya başladım. Akşama kadar öyle ağladım kunduraya bakarak. Babam geldi. Konuyu aktardılar kendisine; “Sabah Müdür Bey’e gideriz. Kimden alınmışsa götürür değiştiririz.” dedi. Nedense ben teskin olmuyordum. Avlulu evimizin; yeryüzünü, gökyüzünü, sevinç ve hüznü sığdırdığımız tek odasında gözlerimi tavandaki kırlangıç yuvasına dikerek için için ağlıyordum. Öyle uyumuşum.
Sabah Babamla okula geldik. Durumu Mahmut Hoca’ya anlattık. Kundurayı okula hediye eden mağazayı öğrendik. Elimizde kundura ile Eyyübiye’den yürüyerek Sarayönü’ne kadar geldik. Babamı tanımasına, çok saygı göstermesine rağmen ayakkabıcı adam bu kunduranın seri sonu olduğunu, tek kaldığını ve değiştiremeyeceğini söyledi katı bir biçimde. Anladığım kadarı ile satamadığı bir ayakkabıyı iyilik olsun diye okula hediye etmişti bilgi yarışması için.
Bütün dünyam yıkılmıştı. Babamın o anda bana kundura alacak kadar cebinde parasının olmadığını da biliyordum. Bize hayatın bütün zorluklarına karşı dik durmayı öğreten, çoluk çocuğunu kimseye muhtaç etmemek için çalışıp didinen bu onur abidesi adam üzülmesin diye hiç sesimi çıkarmadım. Babam o esnafa gerekenleri söyledi. Kundurayı da orada bırakarak çıktık. O Tenekeci Pazarındaki dükkanına gitti. Ben de okula döndüm. Babamdan ayrılır ayrılmaz yüreğimin gökyüzünde birikmiş bütün bulutlarından yağmur gibi yaşlar boşalmaya başladı. Babama yaşattıklarım için de çok üzülmüştüm. Haşimiye Meydanı’ndaki Tenekeci Pazarından Yavuz Selim İlkokuluna kadar ağladım.
Sınıfıma geldim. Çok sevdiğim öğretmenim İsmail Çadırcı beni zorladı ve bütün olup biteni öğrendi. Hışımla çıktı sınıftan. Biraz sonra Müdür Bey ile birlikte döndüler. Mahmut Hoca öğretmenime derse devam etmesini, konuyu kendisinin çözeceğini söyledi. Beni de yanına kattı. Artık ağlamıyordum. Sessizce eşlik ettim. Yeniden o kunduracıya gittik gerisingeri. Mahmut Binici önce mağaza sahibine hak ettiği bütün sözleri söyledi. Sonra da “Bu çocuğun ayağına olacak iyi bir kundura ver, parasını ben vereceğim!”dedi. Adam defalarca özür diledi. Yalvarıp ikna ederek Müdürümüzü oturttu. Çay ikram etti. Bana da bir kundura seçti. Giydirdi. Beğenip beğenmediğimi sordu. Ben de buruk bir biçimde başımı salladım.
Bir süre sadece bayramlarda giydiğim ilk kunduramın kısa öyküsüdür bu…
…
Yaklaşık 50 yıl önce yaşadığım bu “İlk Kunduram” öyküsü, en canlı şekliyle ve bütün detayları ile yaşıyor bende. Her kundura mağazasının önünden geçtiğimde, kendime her ayakkabı almak istediğimde gözlerime bulutlar çöker. Gözümün önüne Babam, Müdürüm, Öğretmenim ve o ayakkabıcı gelir. Almakta zorlanırım. Ayağına giyecek bir kara lastiği bile olmayanları düşünüp iliklerime kadar onların derdini hissederim. İhtiyacı olana bir ayakkabı almadan kendime bir ayakkabı almak ve giymek istemiyorum. Elimden geldiğince, imkanlarım ölçüsünde yapmaya çalışıyorum bunu. Yapamazsam kendime de almıyorum.
Ev, araba, yemek, elbise, ayakkabı beğenmeyişimizin ve “empatiden yoksun”yetiştirdiğimiz çocuklarımızın vebalini nasıl taşırız ve bu yoksunluğun bedelini nasıl öderiz bilemiyorum.
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” yüce beyanındaki“komşu” kavramını, birlikte oturduğu lüks site sakinleri zannedenlerin yeryüzü açları ve muhtaçlarından habersiz “140 çeşit kahvaltı” ifadesine bile dudak bükmesini anlamak mümkün bence.
Benim hayatımın en önemli yaşanmışlıklarından birisi olan “İlk Kunduram” öyküsünü umarım bu nazarla bir kere daha okursunuz.
Yorumlar
Kalan Karakter: