Kişileri yöneten ve yönlendiren, doğruya veya yanlışa götüren, eksik bırakan ya da çoğaltan onların inançlarıdır!. Kişi inandığına göre şekillendirir kendini. Neye inanmak istiyorsa, neye daha çok inanıyorsa ona yönelir kişinin yüzü; güne bakan çiçekleri gibi.
İnsanların inançlarının algılanmasında, pekişmesinde, gelişmesinde ve kişiliğinin buna göre yoğrulmasında; benliğinde şemalar, kalıplar oluşmasında ailesinin (öncelikle anne-babasının, eşinin, küçükken etkilendiği bir rol modelinin…), okulunun (öğretmeninin), arkadaşlarının, mahallesinin, çevresinin, toplumunun, memleketinin önemli etkileri vardır. Bu etkilerin dozuna göre birçok bireyin inançları şekillenmiş ve gelişmiştir.
Dikkat ederseniz herhangi bir dini argümandan veya kavramdan bahsetmiyorum. “İnanç” kelimesini bilerek kullanıyorum. İnanmak belirliyor sonuçta hepimizin attığı adımları ve gideceğimiz yönü. İnandığımıza göre yaşıyoruz, konuşuyoruz, yazıyoruz, tartışıyoruz ve paylaşıyoruz.
Çevremize dikkatli bir nazarla bakalım isterseniz:
Paraya, paranın gücüne, paraya dayalı bir yaşam tarzının hâkimiyetine inanmış kişilerin yaşamlarını nasıl bu kavram çerçevesinde örgütlediklerini görürsünüz. Hani “Bu adamın dini, imanı para!” ya da “Bu adam adeta paraya tapıyor! ” dedikleri türden insanlar var ya; işte bu insanların hayatını şekillendiren ana unsur paradır, maldır, mülktür. Bunların, kendisine sağladığına inandığı güçtür!
İlme ve bilime inanmış insanlar vardır çevremizde. “Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum!” ifadesinin sahibini haklı çıkaracak kadar özverilidirler ilim öğrenme konusunda. “İlim Çin’de de olsa gidip arayıp bulacak kadar” ehemmiyet verirler ilme, öğrenmeye, bilmeye… Bilmek isterler, araştırırlar, deney yaparlar, çok okurlar. Bilimsel gelişmelerle yakından alakadar olur bu inanca sahip olanlar. Bu insanların yaşamını biçimlendiren en önemli kavram da doğal olarak bilgidir; ilim ve bilimdir.
Makam ve mevkileri önemseyen insanlar vardır. Arzuladıkları bir yere gelebilmek için akla ziyan akrobatik kıvraklıklar sergileyebilir bu tipler. Çünkü kendilerini çekip çeviren, yöneten ve benliklerini etkileyen en önemli kavram makamdır, mevkidir. Yönetmek hırsıdır belki de inandıkları en önemli husus. Bu insanların inançları bu hırs çerçevesinde etkiler kendilerini ve yön verir hayatlarına.
Bazı insanları da ön yargıları yönetir ve yönlendirir. Böyle insanların hayatlarını; bireyler, toplumlar, gruplar, partiler, takımlar, renkler, ırklar, diller, hayatı yaşama biçimleri ve benzeri konulardaki ön yargıları, saplantıları çerçeveler. Bir kere bir konuda beyinlerinde, yüreklerinde bir ön yargı çöreklenmişse bu insanlar asla iflah olmazlar, kimseyi de iflah etmezler. Müzmin muhalif olurlar herkese, her şeye… Gelişmeleri, değişim ve dönüşümleri asla benimsemezler böyle ön yargı mahkûmu insanlar. Kendileri değişseler bile değiştiklerini kabullenmezler. Bu sebeple kimsenin de değişmesini istemezler.
Statükocu, değişime direnen, ileriye doğru bir adım bile atmak istemeyen, bunu yapanlara da hep engel çıkaranlara bakın; genellikle ön yargılarla kendi kendini belli bir çembere hapsetmiş insanlardır bunlar. Kendilerini dünyanın merkezi olarak görürler. Kişiler, kurumlar ve gelişmeler hakkında verdikleri hükmün tartışılmasına bile tahammül edemezler.
Kendine, çevresine ve dolayısıyla toplumumuza en fazla zarar veren insanlar tam da bunlardır. “Sen neymişsin be abi!” türünden her şeyi en iyi bilen, burnundan kıl aldırmayan, kimseye söz hakkı tanımayan; en iyi hekim, en adil hâkim, en mükemmel hakem hep bunlardır. Her konunun uzmanıdırlar; en iyi araba onlarındır, en iyi onlar giyinir, en muhteşem mekânları onlar bilir.
Oysa asıl gerçek şudur:
Ön yargıları bütün değerlerin önüne geçmiş bu insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda üretim olmaz, gelişme olmaz; sorunlar halledilmez, demokrasi ve hukuk gelişmez. Ruh ve yürek kuraklığı adeta havaya, suya ve toprağa negatif cemreler olarak düşüverir.
Fikir alışverişi, istişare etme, seviyeli tartışma, hayatı paylaşma, diyalog kurma, ortak paydalar etrafında buluşma gibi çağdaş vazgeçilmezlikler asla başarılamaz bu insanlarla. Çünkü en ciddi ve katı inançları ön yargılarıdır!
Siyasetteki bütün tıkanmışlıklar bunların eseridir. Demokrasinin kesintiye uğraması bunlar yüzündendir. Halkın iradesini bile hiçe sayar bu ön yargı esiri zavallılar. Onlara göre kendi fikirlerini kabul eden insanlar insandır, halktır, vatandaştır. Gerisi ancak banal tipler ve varlıklardır!
Böyleleri için, kendi ırkından olanın yaşama hakkı vardır sadece! Hatta kendi ırkının dışında ırk bile yoktur denebilir! Belki de bütün ırklar kendi ırklarından türemiştir!
Böyleleri için, kendi partisine oy veren haklıdır. Kendi takımını tutan doğru tercihte bulunmuştur. Rakamlar kendilerine göre sonuçlar vermelidir. Matematiksel, bilimsel ve genel kabul görmüş doğrular bile kendileri için uygunsa kabul edilmelidir.
Uzlaşma, kendi istekleri kabul edilirse uzlaşma olabilir. Sizi kendi akıllarında, yüreklerinde ve hasta benliklerinde bir kere çizmişlerse “Siz ağzınızla kuş tutsanız!” ve “Yılanı deliğinden çıkarabilecek bir dil kullansanız!” bile faydası yoktur artık.
Kendileri kabul etmedikleri sürece siz hiçbir mevkiye, konuma, göreve aday olamazsınız. Hasbelkader aday olduktan sonra seçilip kazansanız ya da o göreve getirilseniz bile en seri şekilde “boykot” edilirsiniz. Hakkınızda gereğinin yapılması için her şey hemen yapılır.
Çok da pervasızdır bu ön yargılı, saplantılı insanlar. Merdiven altı rantçılığının zirvesinde gezinirler. Bırakın pastadan hakkınız olan payı almayı, pastanın ‘p’sini bile göstermezler size.
Kimisi bu pervasızlıkla dağları delip çölleri aşar ve kendisi gibi düşünmeyenleri yok etmek üzere didinip durur. Kimileri de bikir bir çay gibi, hayat hakkı tanımak istemediği insanların kanını kurutmak ister adeta!
Etrafımıza tekrar bakalım isterseniz; ne kadar da çok böyle insan var değil mi? Ne kadar tehlikeli bir toplumsal yapı içerisinde yaşıyoruz ve böyle bir ön yargılılar cehenneminde ayakta durmaya çalışıyoruz.
Benim bu tespitleri yaptıktan sonra sizden bir istirhamım olacak:
N’olursunuz gelin biz ön yargılı olmayalım. İnançlarımızı “insanlığımız” çerçevesinde yeniden gözden geçirelim. Varsa ön yargı kırıntılarımızı atalım, bırakalım, terk edelim gitsin. Bu konuda da kendimize “Bi dur!” diyelim. Derin bir nefes alalım ve düşünelim; hangi konularda nasıl bir yaklaşım sergiliyor ve hangi türden bir refleks ortaya koyuyoruz? En başta kendimize sonra da diğer insanlara nasıl davranıyoruz acaba?
Herkesi olduğu gibi kabul etmek büyük erdemdir. Kendimizi de!
Her birimizin hak ve hukuku başka bir bireyin hak ve hukukuna tecavüz etmemek ve saygılı olmakla sınırlıdır. Bu çerçevede yasalarımızı ihlal etmeden kendimizi özgürce yaşamalı ve ifade edebilmeliyiz. Kendini, hak ve hukukunu korumak, yaşamak ve özgürce ifade etmek durumunda olan herkese de bu hakkı çok görmemeliyiz.
Hayatı algılama biçimlerimiz, giyim kuşamımız, fikirlerimiz, üsluplarımız farklı olsa da ayrı partileri, takımları desteklesek de; ırkımız, dilimiz, rengimiz, mesleğimiz, meşrebimiz farklı olsa da hepimiz önce insanız. Önemli olan da insan olabilmek ve yine insan kalabilmek değil midir?
Dünya gemisinin Türkiye kamarasında sağlıklı ve mutlu bir biçimde yaşamak eşit ve hür insanlar olarak hepimizin hakkı değil mi?
Bir bilseniz insan olarak kabul edilmek ve bu hakkı yaşayabilmek ne büyük bir nimettir! Çünkü insan yaratılmışların en şereflisidir.
Allah kimseyi bu şereften mahrum bırakmasın…
Allah bu şereften yoksun kalmış olanların şerrinden bizi korusun…
Yorumlar
Kalan Karakter: